Orada
Sıkıcı Pazar günlerinden biriydi. Evimdeydim. Sinemaya gidemiyorum, bari film izleyim, dedim. Keyifli dakikalar geçirmek üzere DVD oynatıcıyı çalıştırdım. Ancak keyif kısa bir sürede hüzne bıraktı yerini. Sonra keskin bir bıçak saplandı yüreğime. Sonra yaşlar oturdu gözlerime. Sonra, “Bunu yazmalıyım,” dedim.
Sıkıcı Pazar günlerinden biriydi. Evimdeydim. Sinemaya gidemiyorum, bari film izleyim, dedim. Keyifli dakikalar geçirmek üzere DVD oynatıcıyı çalıştırdım. Ancak keyif kısa bir sürede hüzne bıraktı yerini. Sonra keskin bir bıçak saplandı yüreğime. Sonra yaşlar oturdu gözlerime. Sonra, “Bunu yazmalıyım,” dedim.
Yaşlı bir kadın, kızı tarafından yerleştirildiği huzurevinde yaşamına son verir. Böyle başlar… Ve kalbimin en kuytu köşelerine dokunmayı başarır.
Dolunay Soysert, Sinan Tuzcu, Erol Günaydın, Füsun Erbulak ve Bahtiyar Engin’in rol aldıkları ‘Orada,’ Hakkı Kurtuluş ve Melik Saraçoğlu’nun ilk filmidir.
Büyükada ve İstanbul vardır arka planda. Anne, baba, bir abla ve bir erkek kardeşten oluşan, parçalanmış, dört bir yana savrulmuş eski İstanbullu bir ailenin yirmi dört saatinin öyküsüdür anlatılan.
Baba adada yalnızlığına çekilmiştir. Kız evlenmemiş, annenin bakımını üstlenmiştir. Oğlan yurt dışına bir daha dönmemek üzere kaçarcasına gitmiştir. Yıllarca birbirleri ile görüşmezler.
Kadının ruh sağlığı her geçen gün kötüye gider. Şiddete ve kaygılara neden olan depresyon neticesinde kız çaresiz kalır. Annesini huzurevine getirir ancak hep bunun acısını taşır yüreğinde.
Yaşlı kadın, ailesini olduğu gibi evim diyebileceği bir yere sahip olma hakkını da kaybetmiştir artık. İnsan, kollarının direnme gücü tükendiğinde vazgeçiyor bir şeylerden. Bir tercihte bulunmak zorunda kalıyor. Kimi zaman da kendisinden çıkarmak istiyor acısını. Acı çekiyor ve bu acının faturasını kendi bedenine kesiyor.
İntihar planında o güne kadar konuşamadıklarını ailesine söylemek vardır. Hep içinde beslemiştir acısını, nihayetinde satırlarda konuşur.
Ölmeden önce eşine ve çocuklarına hitaben bir mektup yazar. Her şeyi ‘orada’ anlatır. Yazdıkları tüm yaşamı boyunca hissettiklerinin özetidir aslında. Ve ardından asıl acısını dile getirir: her şey kızının doğumu ile başlamıştır…
Son seslenişin ardından yaşlı kadın göle doğru yürür, ertesi gün cesedi kıyıya vurur.
Uzun yıllardan sonra buluşan abla ile kardeş önce annelerini defneder, ardından da Büyükada’daki aile evinde münzevi bir yaşam sürmekte olan babalarını bulurlar. Kısa süreliğine de olsa birbirilerini görecekler, o güne dek konuşamadıklarını en sonunda konuşacaklardır.
Peki, bu neyi değiştirecektir? Aile fertlerinin birbirlerine duydukları kin ve nefreti söndürebilecek midir?
Anne-babanın hakkı ödenebilecek midir? Onlar ödendi deseler bile Allah tarafından kabul görecek midir?
Yaşanan hayatın sorumlusunun en başta insanın kendisinin olduğu gerçeğini kabul edecekler midir?
Baba ve çocuklar, fırtınalı bir akşamda adadaki evde toplanırlar, sobanın başında, annelerinin bıraktığı mektubu okumak üzere. Ancak kocaman bir ateş parçası tutuşturmuştur zamanı, küllerinden başka bir şey kalmamıştır…
Parçalanmış ailelerde acının faturası aslında herkese kesiliyor. Tıpkı filmde olduğu
gibi.
İnsanın hayatında sevebileceği insanlar arayıp bulamaması, konuşmaktan, düşünmekten korkarak yaşaması, ne zordur… Kimse bilemez; nasıl yalnızdır anne, nasıl yalnızdır baba, nasıl yalnızdır çocuklar… Ne çok hasar oluşur ruhlarda, ne çok öfke ve kırgınlıklar…