Lütfen beni öldürme!
Okuduğunuz kitaplarda, kendinizi bir hikâyenin kahramanı olarak hissettiğiniz hiç oldu mu? Bu soru az biraz tuhaftır ama düşünün derim.
Okuduğunuz kitaplarda, kendinizi bir hikâyenin kahramanı olarak hissettiğiniz hiç oldu mu? Bu soru az biraz tuhaftır ama düşünün derim.
Geçmişiniz, okunmuş, yıpranmış, altı çizilmiş bir kitabın sayfaları gibi olsun.
Eşiniz, aileniz, işiniz, hayal kırıklıklarınız, mutluluk ve hüzünleriniz hemen hepsi hikâyenin birer parçasıymış.
Geleceğiniz ise geri kalan yani henüz okumadığınız kısımda saklı. Henüz o sayfalara gelmemişsiniz. Yaşayacağınız aşk, kaybedeceğiniz insanlar, karşılaşmalar, sevinçler, hüzünler sizi beklemekte.
Ve kafanızın içinde bir ses, sürekli ne yapacağınızı, neden yapacağınızı söyleyip duruyor.
Dişinizi nasıl fırçalamanız gerektiğini, sabah hangi otobüse, kaçta bineceğinizi, o gün kiminle görüşeceğinizi sürekli biri size hatırlatıyor.
Sıradan ve yalnız Harold’ın hikâyesinde olduğu gibi. Filmin kahramanı Harold Crick, kurulmuş saat misali yaşayan bir vergi memurudur. Her gün aynı saatte kalkıp, hiç şaşmadan aynı saatte otobüse binerek işine gider, aynı şekilde dakika sektirmeden evine gelip her gece aynı saatte yatağına girer.
İşinde oldukça beceriklidir. Dört basamaklı sayılarla hesap makinesi kullanmadan dört işlem yapabilecek, sabunluktaki sıvı sabunun doluluk oranının yüzdesini hesaplayabilecek kadar yaşamı ve kafası sayılarla dolu ama bir o kadar da yalnız bir adamdır.
Rutin bir hayatın ortasında, günlerden bir gün kafasının içinde bir ses peydahlanır. Bir kadın sesi…
Önceleri kulak verir, söyleneni otomatikman yapar. Ancak çok geçmeden hayatında bir gariplik olduğunu anlar. Ve talimatlara direnç göstermeye başlar.
Önce bir psikiyatriste gider. İşe yaramadığını görünce çareyi edebiyat teorisyeninde bulur.
Sonra anlar ki, kulağındaki ses bir yazara aittir. Kendi hayatı yani hikâyesi yazılmaktadır. Yaşadıkları ve yaşayacakları ile…
Harold kendi öyküsünü yazan kişiyi bulması gerektiğini anlar. Ve sesin izini sürer.
Yazar ile kahramanın buluştuğu noktada kader başlar. Çünkü yazar öykünün sonunda kahramanlarını öldürmektedir.
Kaderini değiştirmek ve zamansız ölümü engellemek isteyen Harold edebiyat teorisyeninden yardım ister. Öyküsünü trajediden komediye dönüştürürse ölümden dönebileceğini öğrenir. Böylece kendini komik bir aşkın içinde bulur. Hayatını komediye dönüştürmeye çalışan Harold ve onu öldürmeye çalışan takıntılı yazar Karen’ın hikâyesi böyle başlar.
Harold, yazardan kitabın taslağını alıp okur. Yaşamının sonunun ne olduğu bellidir. Ancak kitap henüz basılmamıştır yani hala şansı vardır. Ancak o kadar güzel yazılmıştır ki Harold kaderini değiştirmek yerine teslim olur.
Yazar, yarattığı karakterle tanışmaktan etkilenir. Ve iyi şeyler de yazabileceğini düşünür. Kararını değiştirir.
Hemen hiç eşya olmayan çalışma odasına kapanır, asistanı ile birlikte karakterine yeni bir son yaratmaya çalışır. Çok iyi bir kitap yerine orta karar bir şey yazıp kahramanını ölümden döndürür.
Filmde yazarın ve karakterinin buluşması hayli etkileyici…
Edebiyatta yazar ve karakteri arasındaki ilişki üzerine çok şeyler söylenmiş, yazılmıştır.
Mesela, Balzac çalışmanın sarhoşluğu içerisinde kendi yarattığı kahramanının gerçekten var olduğuna inanırmış zaman zaman.
Bir gün, “Niçin ağlıyorsunuz Mösyö Balzac?” diyen dostuna, “Düşün, zavallıcık intihar etti!” demiş.
Dostu, “ Ama onu siz yarattınız Mösyö Balzac!” deyince “ Ne fark eder, o öldü!” diye cevap vermiş.
Fantastik öğeler üzerine kurulu gerçekle düş arasında gidiş gelişler… Senaryo oldukça başarılı, anlamak isteyenlere çok şeyler anlatıyor.
2006 yılı yapımı ‘Lütfen Beni Öldürme!’ isimli filmin Will Ferrell, Emma Thompson ve Dustin Hoffman’dan oluşan güçlü oyuncu kadrosunu da unutmayalım.
Ancak, filmin zevkine ulaşabilmek için az biraz da olsa edebiyatla uğraşmak gerek. Büyük bir keyifle tavsiye ediyorum.