AMA NASIRSIZLAR BİLMEZ…
Hemen herkesin,
Basıldığında canını yakan nasırları vardır.
Her nasır, her insanda aynı hassasiyette olmasa bile refleks halindeki tepkinin kaynağıdır.
Nasırları olan insanlar, bu hassasiyetlerini çevresiyle paylaşırlar.
Buradaki asıl amaçları ise kendilerini korumaktır.
Nasırları olduğunu bildiğimiz insanlara karşı dikkatli olmamız gerekir.
Hem canlarının yanmaması için hem de verecekleri tepkinin boyutlarını kestiremeyeceğimiz için.
Nasırlar, yıllar içinde oluşur ve herkese düşen görev, bu insanların nasırlarına basmadan birlikte yaşamın yollarını aramak olmalıdır.
Burada sözü edilen nasır, anlaşıldığı gibi kırmızı çizgilerdir.
Kişinin önem verdikleri.
Olmazsa olmazları.
Zaman içinde oluşturduğu doğruları.
Vazgeçilmezleri.
Nasıra basma her zaman kasıtlı olmayabilir. İçinde bulunulan ortamın gereği olarak da gerçekleşebilir.
Bu tür durumlarda oluşan tepki, saman alevi gibi etkisizdir.
Bunlar çoğu zaman pot kırma, boş bulunma olarak adlandırılır.
Bunun bir de nasırlı yerleri önceden tespit ederek yapılan şekli vardır ki işte bunun temelinde kasıt vardır.
Amaç incitmek, can yakmaktır.
Bu durumlarda sakin ve sabırlı olamazsınız.
Bilerek, isteyerek yapılmış olması, nasır acısından daha tahrik edici, daha can acıtıcıdır.
Bu durumda olan insanları anlamak gerekir.
Böyle bir can acısının yansıması da can acıtıcı olur.
Kişinin kırmızı çizgilerini biliyor da oralara dokunuyorsanız,
Verilecek tepkinin sertliğine de hazırlıklı olmalısınız.
Durumu anlaşılmasına katkı olur düşüncesiyle Aziz Nesin’in şu öyküsünü paylaşmak istiyorum.
Bir ailenin, iyiden iyi haşarı, hiperaktif ve çok soru soran bir çocuğu vardır.
Anası babası da, ailenin diğer üyeleri ve yakınları da çocuktan illallah demiştir.
Elbette, kulak çekme, dayak, azar, ceza vardır ama hiçbiri para etmemektedir.
Çocuğun uslanacağı yoktur.
Derken, ailenin bir komşusunun yurt dışında uzun süre kalıp pedagoji tahsili yapan bir yakını Türkiye’ye döner.
Adama, komşunun çocuğunu anlatırlar.
Pedagog, başını iki yana sallayıp acı acı gülümser:
“Efendim, maalesef ana babalar çok eğitimsiz; çocuk kimdir, çocuk psikolojisi nedir, nasıl çocuk büyütülür bilmezler, geleneksel yöntemlerle çocuğun üzerine çullanırlar, olmaz ki…”
“O zaman bir de sen gör” deyip bir gün hep beraber çocuğun ailesinin evine ziyarete giderler.
Çocuk evde misafir görünce formunun zirvesine çıkar.
Üstelik gelenlerin arasında ilk kez gördüğü, kendisine ilgi ve sevecenlikle bakan bir amca da vardır. Sorularına başlar:
“Muni?” (çocuğun ağzından “bu ne?”)
Başlarda işler iyi gitmektedir. Pedagog çocuğun her sorusuna hevesle, bıkmadan yanıt vermekte, “muni” diye işaret edilen her nesnenin ne olduğunu, tarihçesini ve ne işe yaradığını “bilimsel açıdan” açıklamaktadır.
Durumu izleyen aile iç geçirir:
“Demek doğrusu bu, biz ne bilelim, okumuş yazmış insanın hali bir başka oluyor…”
“Muni?”
“Evladım bu…”
“Muni?”
“Ha o mu, bak anlatayım…”
“Muni?”
“Çok güzel bir soru, o gösterdiğin…”
Bu arada çocuk yavaş yavaş pedagoga yaklaşmış, hatta adamın orasına burasına dokunmaya başlamıştır:
“Muni?”
“Şey, yani aslında o…”
Adamı artık ter basmıştır, olacakları anlamış gibidir. Sonunda çocuk pedagogun edep yerini avuçlayıp sorar:
“Muni?”
İş burada kopar; artık ne sabır, ne bilim, ne empati ne de pedagoji kalmıştır.
Başa dönersek, durum Aziz Nesin’in bu öyküsünden pek de farklı değildir.
Herkesin nasırı ve koptuğu anları olmalıdır.
Ama nasırsızlar bilmez bunun anlamını.