SENİ ŞİMDİDEN ÇOK ÖZLEDİM…
Birlikte birbirimize doğru gitsek de, aslında o büyük çarpışmaya doğru ilerliyormuşuz farkında olmadan. Cam fanus kırılacak ve asıl hayat ondan sonra başlayacakmış. Kendimi bambaşka bir gerçekliğin içinde bulacakmışım…
Telefon rehberinde yazdığın isimlere baktım, parantez açmışsın yanlarına, ‘kızım’, ‘arkadaşım’, ‘doktorum’ diye bir takım notlar düşmüşsün. Kim bilir ne zaman karalanmış, unutulmuş… Arıyorum dostlarını birçoğu bu dünyadan göçüp gitmiş… Ulaştıklarım şaşkın, çaresiz… Bu dağınık notlar, kaderin bir köşede karşıma çıkaracağı büyük hikâyenin habercisiymiş…
Dükkânın tabelasında “Mavi Köşe” diye yazıyordu. Uzun geniş süslü raflara şöyle bir göz atmak bile başımı döndürürdü. İrili ufaklı bebekleri, canlanıp hareket edecekmiş gibi gelen köpekleri sever, “Beni alsana!” diye seslenen oyuncaklara gözümü kırpmadan bakardım. İstemezdim, aslında isterdim de güya belli etmezdim. “Kızım seç birini,” dediğin an yok mu, gözlerim senin gözlerinde buluşur, yanağında kocaman öpücükler, kucağımda en şahanesinden bir oyuncak evin yolunu tutardık. Şimdi ise hayatımdan çoktan çekilmişler…
Ben ne kadar boy atıp, sınıf geçsem, kariyer sahibi biri de olsam küçük bir çocuk gibi sever, elimin soğukluğundan üşütüp hasta olduğumu düşünürdün. “ Kaç yaşında olsan da benim küçük kızımsın,” derdin. “Bunu anlaman zor…”
Bir kedinin yavrularını nasıl koruduğunu anlatırdın son zamanlarda. Camda bakarken görmüşsün. Sağanak altında kalmış bir kedinin yavrularını tek tek kuytu bir köşeye taşıdığını. Her anlatışında gözlerin dolar kimi zaman beni de ağlatırdın. Sağanak altında kalmış gibiyim şimdi…
Burnumuzun dibindeki hayatlar, yanımızdan geçip giden hayatlar, ne güzellikler barındırıyor. Biz ise onları yanı başımızdayken değil, geçip gittikten sonra fark ediyoruz…
O an her şeyi anladım, bir an öleceğini sandım, çaresizlik içindeydim, bir an kurtuldun dedim, sevindim, bir an seni kaybedeceğimi anladım, bir an elimden kaçıp gittin…
Yolda kaldı öykümüz, oysa ne çok şey vardı daha birlikte yapacağımız. “Anlatmak için yolumu bekleme,” dediğini duyar gibiyim.
“Kızım üstüne bir şey giy, ana baba sözü dinleyen yok ki,”
“Bak hapşırdın, üşütmüşsün aspirin iç bir tane,”
“Akşam ‘Dallas’ deyip geç yatıyorsun, sabah da kalkmak bilmiyorsun,”
“Kızım bu sene kazanamazsan sınavı üzülme seneye tekrar girersin, önemli olan kararlı olman,”
“Yazmayı sakın bırakma, devam, devam devam…”
“Sen elinden geleni yaptın ama onu (yirmi yıllık vefakâr dostumuz kaplumbağamız) yaşatamadın, üzülme artık,”
“Anneni üzme, zaten kaç kişiyiz şunun şurasında,”
“Annen de ben de iyiyiz, bizi sakın merak etme, sen işlerine bak, biz süreyi doldurmak üzereyiz,”
“Yenişehir’e varınca ara, sağ salim git,”
“Bir gün gelecek bizler olmayacağız. Hayat senin, nasıl istiyorsan öyle yaşa. Ye, iç, giyin, gez, bir daha geri gelmeyecek bu yaşlar,”
“Biz ölürsek öyle matem tutma, üzülmek başka, ama hayat devam ediyor, daha güçlü sarıl her geçen gün hayata,”
“Dua et de zamanı gelince gidelim. Öyle dinozorlara dönüşmemizi istemezsin herhalde…”
Birlikte geçirdiğimiz o akşamlar, hayatı gırgıra almalar, sevgi anları…
“En son babalar duyar ancak sen hiçbir şeyi duymadan gideceksin,” derdim. Gülerdin… Duy Babacığım! Seni ne çok sevdiğimi duy! Seni ne çok özlediğimi…
Hep sen beni yolcu ettin. Bugün ben seni…
Seni uğurlarken gözümün önünden geçti gitti, sohbet ettiğimiz anlar, öpmen, elimi tutman, saçlarımı okşaman, kızgınlıkların, inatçılıkların, film şeridi gibi akıp gitti. Acelecilikten, bencillikten fark etmiyoruz çoğu şeyi… Zaman uçup gidiyor ve bir daha asla geri gelmiyor…