ATATÜRK’ÜN GÖZÜYLE MEHMET AKİF
Aramızdan ayrılışının 75. yılında milli mücadelenin simgesel kahramanlarından şair Mehmet Akif Ersoy’la Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk’ü birbirine düşman iki isim gibi gösterme çabası sürüyor. Peki gerçekler ne diyor…
Atatürk, Âkif’in bir şiiri için“İstiklâl Marşı’nda istiklâl davamızı anlatması bakımından büyük bir manası olan mısralar vardır. Benim en beğendiğim yeri de burasıdır” diye konuşmuştu…
Atatürk’ün Gözüyle Mehmet Akif Ersoy…
İstiklâl Marşı’nı yazması için yapılan tekliflere Maarif Vekili Hamdullah Suphi’nin kazandığı takdirde mükâfat almamayı kabul eden mektubundan sonra Akif Bey de katılmıştır. 1920 yılı sonlarında yazılan marş ilk defa Sebilürreşad’ın baş sahifesinde yayınlanıyordu. Şiir birden bire bütün vatan sathında bir iman rüzgârı gibi dolaştı. Taceddin dergâhında Ankara’nın en heyecanlı günlerinde yazılan bu marş için “büyük bir milleti asırlarca ayakta tutacak kadar kuvvetli mısralarla örülmüştür” deniyordu. Marş o yıllarda hemen hemen bütün işgal altındaki topraklarımızda gizlice bestelenmiş ve okunmuştur. Bilhassa İzmir’deki bestesini Zati Araca yapmış ve o yıllarda İzmir’de notası da basılarak okunmuştur. İşgâl altındaki İstanbul’da da Vakit Gazetesi işgal sansüründen “Şiir” başlığı altında gizleyerek yayınlıyordu. 1922’de de yine İstanbul’da Zeki Üngör’ün yaptığı beste bugün resmen söylediğimiz bestesidir. O yıllarda işgali protesto için yayınlanan ve millî ruhu besleyecek millî heyecanı ayakta tutacak “mefkûre kartlarında” hep bu marşın mısraları yer almaktadır. Kuvayı milliyetin posta pulları dahi bu marşın mısralarıyla süsleniyordu. Marş gerek o günlerde ve gerekse sonraki yıllarda Almanca İngilizce Macarca ve Fransızca’ya da tercüme ediliyordu. Türk ordularının bütün savaşları sırasında subay ve askerlerimizin şehitlerimizin ceplerinden bu şiir çıkıyordu. “İstiklâl Marşı’nın sesi düşmandan İzmir’i alan büyük kuvvetler arasında” sayılıyordu. Nitekim Türk ordularının İzmir’e doğru yürüyüşe geçtikleri sıralarda İzmir’e girdiğimizde Edirne’nin kurtuluşunun beklendiği günlerde hemen bütün gazetelerin birinci sahifeleri bu marşın mısralarıyla doludur. Yine 1921 yıllarında Ankara’da bu marş için bir beste yarışması açılıyordu. Daha sonraları yenilenen bu beste yarışmasında besteye girecek mısraları seçerek ilân eden bir komisyon kurulmuştu. Bu heyetin seçtiği mısraları beğenmeyen Mustafa Kemal’in bir gün ansızın gelerek katıldığı bir toplantıdaki sözleri oldukça önemlidir. O toplantının zabıtlarından Mustafa Kemal’in bu konuşmasını aynen alıyorum:
“… Bu marş bizim inkılâbımızı anlatır. İnkılâbımızın ruhun anlatır. Bunu ne unutmak ne de unutturmak lâzımdır. İstiklâl Marşı’nda istiklâl davamızı anlatması bakımından büyük bir manası olan mısralar vardır. Benim en beğendiğim yeri de burasıdır:
“Hakkıdır hür yaşamış bayrağımın hürriyet
Hakkıdır Hakk’a tapan milletimin istiklâl”
Benim bu milletten asla unutmamasını istediğim mısralar işte bunlardır. Hürriyet ve istiklâl aşkı bu milletin ruhudur. Tarihe bakın: Bütün milletlerin bir esaret ve hürriyetsizlik devri geçirdikleri bir hakikattir. Fransa İngiltere Roma vilâyeti olmuşlardır. Almanya Hun eyaleti devresi geçirmiştir. Roma İmparatorluğu’nun üzerinde kurulduğu İtalya Napolyon’un tâbii olmuştur. İspanya; Arap sonra Fransız idaresine girmiştir. Dünya tarihinde fasılasız hürriyet ve istiklâlini muhafaza ve müdafaa etmiş bir millet vardır: Türkler Batı tarihinin millî kahramanı Versengetoriks kendisi talim ederek hemşerilerini kurtarmıştır. Bizim ona tekabül eden kahramanımız hürriyetini kaybedeceğini anlayınca nefsini ateşe vermiş ve küllerini bile düşmanına teslim etmemiştir. İşte Türk budur. İstiklâl Marşı’nın bu pasajı asırlar boyunca söylenmeli ve bütün yâr ve ağyâr anlamalıdır ki Türk’ün Mete hikâyesinde olduğu gibi herşeyi hattâ en mahrem hisleri bile tehlikeye girebilir fakat hürriyeti asla… Bu pasajı ve her vakit tekrar ettirmek bunun için lâzımdır. Bu demektir ki efendiler Türk’ün hürriyetine dokunulamaz!…”
İstiklâl Marşı’nın kabulünden ve yayınlanmasından kısa bir müddet sonra Kurtuluş Savaşı’nın ve bütün Türk tarihinin en acı safhası başlıyordu: 10 Temmuz 1921’de saldırıya geçen Yunan ordusu çok hızlı bir gelişmeyle ilerliyordu. 13 Temmuz’da Afyon düştü. 17 Temmuz’da Kütahya ve ağustosta Eskişehir Yunanlılar’ın eline geçti. Halide Edip o günleri anlatırken “Ankara her an düşebilir” diye kaydeder. Gerçekten Ankara’da düşmek tehlikesiyle karşı karşıya bulunuyordu. Ankara halkı akın akın Kayseri Kastamonu ve Sıvas yollarına üşüşmüştü. Devlet merkezinin bile Kayseri’ye hattâ Sıvas’a nakli hazırlığı başlamıştı. Mehmed Âkif bir çözülmeyi önlemek için bu düşünceye şiddetle karşı çıkıyordu. Gerçekten de hiç bir zaman Ankara’dan ayrılmadı.
Millî şair ile son röportaj
Türk edebiyatına son devrin çok güzel şiirlerini hediye eden büyük şair Mehmet Âkif vatandan onbir senelik bir ayrılıktan sonra tekrar aramıza kavuştu. Fakat İstiklâl Marşı’nın millî his millî heyecan ve millî şiir yaratan bu büyük şairi Âkif yurda hasta döndü. Şimdi hastanede tedavi altındadır. ‘Yedigün’ muharriri Âkif’le konuştu. Onun yurttan ayrı yaşadığı günlerdeki hatıralarını intibalarını topladı.
Günün birinde sessiz sedasız yola revan olarak vatan ufuklarını aşan şair Mehmet Âkif tam onbir yıl süren bu uzun seferin sonunda işte bembeyaz bir hastane odasının bembeyaz bir yatağında solgun mecalsiz bitap yatıyor. Başucundaki sandaleyeye oturdum. Ak kılların çerçevelediği bu sapsarı yüze bu gevşemiş sarkmış çizgilere bu yorgun ve dalgın gözlere bakıyorum: Zaman denen şeyin kudretini hayat denen efsanenin sırrını bilmek istiorum sonra yavaşça soruyorum:
– Özledin mi bizi üstat?…
Dudaklarını hiç kıpırdamasaydı hiç ses çıkarmasaydı bile bu zehir gibi gülümsemesiyle her şeyi söylemiş olurdu:
– Özlemek mi oğlum…
Bu acının büyüklüğünü bir daha kendi içinde görmek ister gibi gözlerini yumdu sonra kesik kesik konuştu;
– “Mısır’dan üç gecede geldim… Bu üç gece otuz asır kadar uzun sürdü… Orada onbir yıl kaldım… Fakat bir an oldu ki onbir gün daha kalsaydım çıldırırdım…
– Hasret…
Kupkuru dudaklarından kendi gibi solgun bir ses sızıyor:
– … Çok acı…
– Ya kavuşmanın sevinci?
– Onu sorma oğlum… Onu ben kendi kendime bile sormuyorum… Ancak yazık ki vapurdan çıkar çıkmaz yatağa düştüm hiç bir şey göremedim.
Ve kendi kendine söylüyor:
– Cennet gibi yurdumdayım ya… Çok şükür.
Hastalığı akla geliyor;
– Karaciğerim dalağım şişmiş… geldik yattık burada. Müşahede altına aldılar bakalım ne olacak?
Eski hatıralarını deşiyorum. Millî mücadelenin ilk günlerinde Ankara İstasyonu’nda karşılaşışımızı hatırlatıyorum.
– Evet… -diyor- İstanbul’dan mücahede aleyhine fetva çıktığı gün ayrılmıştım. Üskürdar’dan araba ile şimdi ismini hatırlamadığım bir köye gittik oradan ‘Cuma’yı tuttuk. O zaman Adapazarı’nda karışıklık vardı kenardan geçtik kâh öküz arabaları ile kâh beygirlerle Lefke’ye geldik ve trenle Ankara’ya ulaştık… Ankara… Ya Rabbî ne heyecanlı helecanlı günler geçirmiştik… Hele Bursa’nın düştüğü gün… Ya Sakarya günleri… Fakat bir gün bile ümidimizi kaybetmedik asla yese düşmedik. Zaten başka türlü çalışılabilir miydi? Ne topumuz vardı ne tüfeğimiz… Fakat imanımız büyüktü.”
Yorgun susuyor…
– İstiklâl Marşı’nı nasıl yazdınız?
Yavaşça yatağında doğruluyor yastıklara yaslanıyor sesi birden canlanıyor:
– Doğacaktır sana vaadettiği günler Hakk’ın!…
Bu ümitle imanla yazılır. O zamanı düşünün… İmanım olmasaydı yazabilir miydim. Zaten ben başka türlü düşünüp başka türlü yazanlardan değilim. Bu elimden gelmez. İçimde ne varsa bütün duygularım yazılarımdadır… Şu var ki İstiklâl Marşı’nın şiir olmak üzere bir kıymeti yoktur. Ancak tarihî bir değeri vardır.”
Ve gözleri yemyeşil Şişli sırtlarında dilinde bir dua gibi aynı nağme titriyor.
“Kim bilir belki yarın belki yarından da yakın…”
– Ya büyük zafer üstadım… O anda ne duydunuz?
Kalbi durmuş gibi sarsılıyor sonra bir anda yeniden canlanmış gibi nereden geldiği bilinmez bir ışıkla gözlerinin içi gülerek…
– Ah… Diyor.
Ve bir lâhza bırakıyor kendini bu eşsiz sevincin koynuna.. Dalıyor.
Ve sesinin ta içten dudaklarına dökülüşünü seziyorum:
– Allahım ne muazzam zaferdi o!… Ortalık hercü merç oldu… Beş altı saat içinde bir başka dünya doğdu.
Tekrar gözlerini yumuyor:
– Ve biz mest olduk!…
– O zaman birşey yazmadınız mı?
– Artık benim ne düşünecek ne duyacak ne yazacak hattâ ne yaşayacak takatim kalmıştı. Bizim dilimiz tutulmuştu. Ordu bizzat yazıyordu.
Üstadı ziyarete gelenler görüşmemize ikide bir fasıla veriyorlar. Hastabakıcı hemşirenin getirdiği yemek tepsisi odayı bir parça boşaltıyor şimdi o ağır ağır çorbasını içerken bir yandan da benimle konuşmak nezaketini gösteriyor:
– Mısır’da nasıl vakit geçirdiniz?
– Kahire’nin yirmibeş kilometre cenubunda Helvan vardır. Sakin âsude bir köşedir. Orada oturdum.
Zaten tab’an münzevi bir adamım. Gürültüyü sevmem İstanbul’da iken de böyle idim. Mısır’da da Darülfünunun işi çıkıncaya kadar Hilvan’da yaşadım. Son zamanlarda Kahire’ye indim.
-Sevdiniz mi Mısır’ı?
– Var güzel tarafları var… Bilhassa kışın.. hoş yazın da sıcak iklimlerde bulunduğum için muztarip olmazdım. Orada sıcak da sürekli değildir evler de ona göre yapılmıştır. En sıcak günlerde odaların harareti yirmisekiz otuzdan fazlaya çıkmaz. Fakat bir yaz günü İstanbul… Bu doğup büyüdüğüm bütün dostlarımın yaşadıkları İstanbul hele Boğaz gözlerimin önüne gelince…
– Mısır’da neler yazdınız?
– Geçmişten adam hisse kaparmış… Ne masal şey! Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi? “Tarih”i “tekerrür” diye tarif ediyorlar; Hiç ibret alınsaydı tekerrür mü ederdi?
Ve üstadın Helvan’da yazdığı “Firaunla yüzyüze”sinden şu son parçayı alıyorum:
Bileydin ey koca Mısırın ilâhi uryanı!
Mezara heykele ait bütün bu velveleler
Bekan için mi hakikat? Meramın oysa heder:
Evet bütün beşerin hakkıdır beka emeli
Fakat bu hakkı ne taştan ne leşten istemeli!
– Kolay mı yazarsınız?
Dudaklarına götürdüğü bardağı yana çekerek:
– Hayır!.. Diyor.
Ve suyunu içtikten sonra devam ediyor:
– Çok uğraşırım… Epi çalışırım… Mevzuu uzun boylu kafamda işlerim… nihayet kâğıt üzerine naklederken de hayli yorulurum.
– Zevklerinizi sorabilir miyim üstadım?
Hafifçe gülümsüyor. Ve “zevk” diye dünyada birşey var mı der gibi yüzüme bakıyor:
– Zevk mi?… Benim zevklerim mi?… Eğer sevdiği eserleri okumak hoşlandığı mevzuları yazmak için uğraşmak nihayet düşünmek yapyalnız bir köşeye çekilerek sessiz sedasız düşünmek bir zevkse… Eh benim de zevklerim var demektir.
Çorbasından başka birşeye el sürmeyen şaire hastabakıcı hemşire yalvaran bir sesle öteki yemekleri gösteriyor;
– Siz yorulmayın… ben vereyim….
– Yiyemeyeceğim…
– Bir parça sütlâç…
– Mümkün değil.. Rica ederim ısrar etmeyin.
Ve bana dönüyor:
– Eskidenberi yemekle başım hoş değildir… Sigara da içmem… Şimdi doktorlar zorla ye deyip duruyorlar… zorla ne olur ki yemek yenebilsin?
Tekrar yatağına geçince ben de vedaa hazırlanıyorum. Ve ayaküstünde soruyorum:
– Ya son yazınız?
– Mısır’da geçen sene bir resmimi çekmişlerdi… Güneşli bir hava idi. Gölgem de upuzun kumlarda duruyordu. Bu resmin altında şöyle yazmıştım:
Hepsi göçmüş hani yoldaşlarının hiç biri yok
Sen mi kaldın yalnız kafileden böyle uzak
Postu sermekse meramın yola serdirmezler
Hadi gölgenle beraber silinip gitmene bak.
Ve kupkuru kalın dudaklar birbirine yapışıyor.