BUDA VE PEŞTE’DEN İZLER
Oturmuş kompartımanda bir yandan yazarken bir yandan da beynimde, ruhumda derin izler bırakan âşık olduğum bu şehirden ayrılmanın hüznünü yaşıyorum. Sanırım Budapeşte´den pek çok kesit girecek düşlerime…
İnsan burada yalnızca mekânlar arasında değil, zamanlar içinde de yol alıyor. Budapeşte´ye yolculuk etmek kimi zaman Avusturya-Macaristan İmparatorluğu´na seyahat etmekti, kimi zaman 15. yy. Da dolaşmak, kimi zaman ise bir masalı yaşamak gibiydi.
Dünyada tarihsel mimari dokusunu koruyabilmiş ender şehirlerden biri Budapeşte. Şehir, Tuna nehri ile ikiye ayrılmış. Bir taraf Buda, diğer taraf ise Peşte. Budapeşte´ye, tüm ihtişamıyla akan, marşlara ve şiirlere konu olan Tuna nehri hayat vermiş. Yedi ülkeden geçip Karadeniz´e dökülen Tuna, şehri birbirinden kesin bir çizgi ile ikiye ayırırken, inci bir gerdanlık gibi sıra sıra köprüler Buda ile Peşte´yi birbirine bağlıyor.
Budapeşte, Orta Avrupa´nın insanı büyüleyen başkenti olarak kabul ediliyor.
Nehrin iki yakasından birbirine bakan Parlamento binası ve tam karşısındaki eski Kraliyet binası şehrin görkemli siluetinin en belirgin parçaları olarak dikkat çekiyor. Ardından da pek çoğu Osmanlı´dan kalma, günümüzde sağlık merkezi gibi hizmet veren hamamlar yer alıyor.
Bu özellikleri itibari ile daha çok Balkan ülkeleri ile Avrupa ülkelerinin karışımı bir yer bulacağımı beklerken Batılı olmuş bir şehir çıktı karşıma. Sovyet yönetiminden sonra hepsinden daha Batılı hale gelmiş. 2004´de de Avrupa Birliği´ne üyelik kazanmış. Bir zamanlar daha çok orak ve çekiçlerle devlet eliyle işletilen kuruluşların bulunduğu başkent günümüzde özel sermaye sahiplerinin çoğalmasıyla da dikkat çekiyor.
Şehrin planlaması mükemmel. Evler, caddeler, sokaklar sanki cetvelle çizilmiş gibi son derece muntazam. İnsanoğlu bunu yapmışsa bizimkiler neden yapamamış ya da bizim binaları kim yapmış? diye düşünmeden edemiyorsunuz.
Şehrin caddelerini Dolmabahçe Sarayımız gibi ihtişamlı binalar kaplamış. Barok, Neo-Klasik türde yapılar hâkim daha ziyade. Her sokak ya bir meydana, ya bir müze ya da kiliseye açılıyor. Pek çok yerde sanat galerisi, kültür merkezi, kitapçı olmasına karşın tüketimi teşvik edici türden mağazalar, alışveriş mekânları oldukça az.
İngilizce biliyorsanız yabancılık çekmiyorsunuz. Kullanılan dil, her ne kadar Macarca olsa da Sovyet yönetimi altında öğrenmek zorunda oldukları Rusçanın yerini çoktan Almanca ve İngilizce almış.
Pazartesi günleri müzeler kapalı olduğundan yakın çevrede gidilebilecek küçük kasabalara gitmeyi tercih ederim. Bu kez de yolum Szentendre´ye düştü. Burası 18.yy.dan kalma yapıları ile ünlü turistik bir kasaba. Her şey turistler için düzenlenmiş. Tarihi evlerin birçoğu kafeye dönüştürülmüş. Küçük dükkânları, şirin sokakları, değişik konulu müzeleri ile oldukça sevimli bir görüntüsü var.
Budapeşte´de zaten hemen her yer müze. Ama bazıları var ki sergiledikleri şeyler epey ilginç. Şeker müzesi, peynir müzesi, şarap müzesi, hatta Christmas müzesi bile var. Tabii asıl amaç satış yapmak. Christmas müzesine girince insanın gözleri kamaşıyor, nereye bakacağını bilemiyorsunuz. Bin bir çeşit yılbaşı süsleri, Noel ağaçları, Noel babalar… Mayıs ayı biterken yılbaşını hatırlamak çok hoş oldu…
İnsan Budapeşte caddelerinde gezerken nereyi fotoğraflayacağını bilemiyor. Ama sanırım en çok fotoğrafı çekilen yer burası olsa gerek. Benim de favori mekânım olan Balıkçılar Burcu. Ortaçağ şatosu görünümde bir yer, gerçekle düş arası bir şey. Sanki gökyüzünden bir peri çıkıp da şatoya sihirli değneği ile dokunacakmış gibi…
Nereye giderseniz gidin şehrin tepesindeki Özgürlük Anıtı selamlıyor sizi. Anıtı, Ruslar Budapeşte´yi Almanlardan kurtarıp özgür kılan askerlerin anısına dikmişler. Halkın büyük çoğunluğu bunu Sovyet rejiminin simgesi gibi görüp nefret etse de tepeden şehri selamlamaya devam ediyor.
Boğaz Köprüsü İstanbul ile nasıl özdeşleşmişse ya da New York deyince akla Brooklyn köprüsü geliyorsa Margaret köprüsü de Budapeşte´nin simgesi haline gelmiş. Dört taş aslanla korunması onu dünyadaki diğer köprülerden de ayrıcalıklı kılıyor.
Macaristan şarapları oldukça meşhur. Tokaji bölgesinde yetiştirilen üzümlerden yapılan Tokaji şarabının ünü iki yüz yıl öncesine dayanıyor. Büyük Katerina´nın gözdesiymiş bir zamanlar…
Budapeşte´de giyim kuşam gibi alışveriş yerlerinden çok turistik eşyalar satan dükkânlar gözüme çarptı. Buradaki küçük dükkânlarda genelde el işleri ya da ahşaptan yapılmış kutular, oyuncaklar satılıyor. El işi bardak altlıkları, masa örtüleri daha çok tercih edilenler arasında yer alıyor. Ama dostlarına hediye olarak kırmızıbiber ya da kaz ciğeri götürenler de yok değil. Türk turist çok fazla olmasına rağmen sadece alışveriş mekânlarında rastladım. Maalesef ne müze, ne sanat galerisi, ne de konser de bir tek vatandaşımız gözüme çarpmadı… Üzülüyorum, Avrupalı, Çinli, Japon gezerken biz alışveriş mekânlarında vakit öldürüyoruz. Oysa görülecek o kadar güzel şeyler var ki…
Beni etkileyen müzelerden biri de, Nazilerin ve komünistlerin çirkin yüzlerini ortaya koyan belgeleri ibret olsun diye sergiledikleri ´Terör Evi´ oldu. Bir süre Nazi karargâhı olarak kullanılan müze binası komünist gizli servisine de ev sahipliği yapmış. Vahşetin, işkencelerin, insanlık dışı sorgulamaların, cinayetlerin işlendiği terör müzesinde insanın tüyleri ürperiyor.
İçeri girdiğinizde, ölüme gönderilen yüzlerce insanın duvarlardaki fotoğrafları karşılıyor sizi. Tarihin kara sayfalarında yer alacak olan sorgulama ve ölüme gönderme merkezini gezerken o anı yaşıyorsunuz… Duvarlardaki fotoğraflar, sorgu odaları, işkence aletleri, hücreler, dosyalar, yapılan konuşmalar ve sorgu görüntüleri…
Budapeşte yaza yaza bitirilemez. Ancak trenim Bratislava´ya varmak üzere. Birazdan yeni bir ülkeye karışacağım. Bakalım ne gibi sürprizler bekliyor beni?
İnsan öyle şeyler görüyor ki uzaklara gidince, kimi zaman gerçeklik sandığından çok uzakta kalıyor. Budapeşte yolculuk anılarım sahip olduğum en değerli ve en canlı şeylerse de, daha şimdiden uzakta gibiler. O kadar başka dokuya sahipler ki, sanki başka yıldızlarda, başka bin yıllarda gerçekleştiler…