Dolar 34,6542
Euro 36,6585
Altın 2.942,51
BİST 9.639,77
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
Bursa 12°C
Az Bulutlu
Bursa
12°C
Az Bulutlu
Per 15°C
Cum 16°C
Cts 14°C
Paz 12°C

BÜYÜLÜ ÜLKEYE YOLCULUK-2 NAMESTE!

BÜYÜLÜ ÜLKEYE YOLCULUK-2 NAMESTE!
27 Kasım 2012 11:09
A+
A-

Koridora doğru ilerledim, amacım koşarak odama çıkmaktı. Ancak adam yere öyle bir yatmıştı ki bütün yolu kaplamıştı. Karşıya geçmem için üstünden atlamam gerekiyordu. Ne yapacağım? diye düşünürken adam birden bire fırlayıp ayağa kalktı. Ödüm patlamıştı. Hemen nameste (Hint selamı) pozisyonuna geçip selamladı. “Sen kimsin? Neden yerde yatıyorsun?” diye sordum. Meğer resepsiyon görevlisiymiş. Adettenmiş. Akşamları böyle uluorta uyurlarmış. Nasıl bir görev anlayışı, nasıl bir adet anlamış değildim. Hindistan’ı, Hintlileri anlamak gerçekten zordu.

Bir ilginç olay daha size… Bir gün deniz kıyısında bir kafede oturuyordum. Bir yandan bir şeyler yiyip içerken diğer yandan denize girenleri seyrediyordum. Tam o sırada karşımda bir tip belirdi. Daha önce eşine, benzerine rastlamadığım türden. İri yarı, kapkara, bir dudağı yerde, bir dudağı gökte dev gibi bir şeydi. Üzerinde eski bir pantolon olan, yarı çıplak bir adam. Tüm vücudu hatta yüzü bile dövmelerle kaplıydı. Bu hali yetmiyormuş gibi omzunda da ne idüğü belirsiz, kokarca  ya da kunduz diye tahmin ettiğim bir hayvan vardı. Bir adım ötemde dikilmiş bana bakıyordu.

Dilencidir, diye düşündüm, hayvanla gösteri yapıp para isteyecektir, dedim. Yanılmışım. Para falan istemedi, gösteri de yapmadı. Karşımda öylece dikilip, bana bakmaya devam etti. Önce ses etmedim, ilgisiz göründüm. Ama geçen her saniye adamın kalıcı olduğunu gösteriyordu. Tedirgin olmuştum. Güzellikle git falan dedim, nafile kıpırdamadı bile. Höt zötten de anlamadı. Sert çıkıştım “defol git!” dedim İngilizce. O bile fayda etmedi. Ardından bastım küfürü. Bu çabamda sonuç getirmedi.

Adam onca lafa rağmen gevrek gevrek gülümsüyordu. En sonunda dayanamadım, Türkçe ağzıma ne geldiyse söyledim. Şaşılacak şeydi. Bu kez işe yaramıştı. Yüzünde kızgın bir ifadeyle, yavaş yavaş uzaklaştı ve gözden kayboldu. Şaşırmıştım. Adamın gitmesine ne sebep olmuştu? hala anlamış değilim. Aklıma iki şey geliyor. İlki, anadilimde kelimelerin hakkını iyi vermiş olmalıyım ki adam yüzümün ifadesinden ne derece öfkeli olduğumu anlamıştı. İkincisi; bu adam bizim vatandaşlardan biriydi, küfür tam yerini bulmuştu.

Bu ülkede yaşamak bir mücadeleyi gerektiriyordu. Turist olduğum halde savaştım resmen. Büyük tecrübe oldu benim için. Her geçen gün bana yeni bir şeyler öğretti.

Alışveriş bile kâbusatu. Hiçbir şeyin fiyatı yoktu. Ya da bir şeyin bir den fazla fiyatı vardı. Pazarlığın memleketinden gelen ben, şaşırıp kalıyordum. En çok kazık yiyen dürüst, saf Avrupalılardı. Ancak ben de safmışım onu anladım…

Ekber ile yolculuğumuzun üçüncü günüydü, daha dört gün vardı konforlu seyahatimin bitmesine. Ancak Ekber’e göre üç gün sonra ayrılacaktık. Nasıl olur falan derken bir de baktım ki plana adam haklı. Oysa ki bana yedi günlük plan yaptıklarını gösterir kâğıt vermişlerdi ve ödemeyi yedi günlük yapmıştım. Hemen şirketi aradım. Meğer kaşla göz arasında kâğıdı alıp değiştirmişler. Artık çok geçti. Telefon edip bağrış çığrış bir güzel kavga ettim. Daha doğrusu ben bağırdım onlar dinlediler. Sonunda anlaştık. Ganj gezisi ile birkaç şehir turuna ücret ödemeyecektim. Hiç mi olumlu bir şey yaşamayacaktım bu ülkede? Zavallı Ekber çok üzülmüştü. O da tasvip etmiyordu vatandaşlarının yaptıklarını…

Hindistan gerçekten yaşanılması çok zor bir ülkeydi ve ben bu keşmekeş ülkede yoluma devam ediyordum. Sıcak çekilmez kılıyordu yolculuğu. Bir de sivrisinekler…

Bir gece ‘ses gösterisi’ izlemek üzere tarihi bir yazlık sarayın bahçesinde bulunuyordum. Lazer ışıkları ve ses efektleri ile yapılacak bir gösteriydi. Daha önce bu tür bir gösteri izlememiştim. Gösterinin güzelliğine dalmış olmalıyım ki neden sonra farkına varabildim. Sivrisinekler yiyip bitirmişti beni. Bacaklarım delik deşik olmuştu. Gösteri bitip otele döndüğümde sadece bir bacağımda yüz yirmi yerden şişlendiğimi gördüm. Moralim bozulmuştu. Ya sıtma olursam? diye kafamda kurmaya başladım. Gelirken her türlü tedbiri almama, Larium denen sıtma ilacını kullanmama rağmen içimdeki korkuyu bir türlü atamıyordum. Ya hasta olsaydım, sonra nasıl ülkeme dönerdim ben?

Ekber sineklerden korunmak için ilaç sürmem gerektiğini söyledi. İş işten geçince mi söylenir be adam. ‘Sinkov’ denen ilacı gösterdim. Zaten sonuç belliydi, bizim ürün bir işe yaramamıştı. Hint yağından yapılan kötü kokulu bir tür sinek kovucu aldım eczaneden. Zararın neresinden dönersem kardı. Hintlilerin geneli ilaç kullanmıyor olsa da sinekten kimse şikâyet etmiyordu. Anlaşılan Hintlinin sineği Hintliye gitmiyordu.

Ne güzel şeyler görmeyi umuyordum oysa. Dönünce insanlara ballandırarak anlatacağım mağazalar,  lezzet ve kaliteli yemekler sunan güzel restoranlar, görkemli galeriler… Hiçbiri yoktu belki ama kokulu, renkli, acı tatlı baharatlı bu ülkede biriktireceğim çok şey bulmuştum.

Her şeye rağmen, itiraf etmeliyim her geçen gün bedenim, ruhum, zihnim, bu karmaşaya biraz daha alışıyordu. Gittikçe daha az rahatsızlık duymaya başlamıştım. Hatta kimi zaman zevk alıyordum. Ancak temizlik anlayışlarını kabullenmekte halan zorlanıyordum. “Hindistan’da kendinden başkasına dokunmayacaksın,” diye bir söz var, bir Hintli söylemişti. Adam çok doğru söylemiş…

Burada otel bulmak da meseleydi. Bombay’e geldiğimde temiz bir otel bulacağım diye gezmediğim cadde, sokak kalmamıştı. Dört yıldızlı otelleri bile yeterince temiz değildi. Ya da bir çöplüğe bakan manzaraya sahipti. Kral daireleri, suit odaları bile beş para etmezdi. Zavallı otel personeli her gittiğim yerde en güzel odaları göstermelerine rağmen olumsuz cevap aldılar benden. Kaşımı kaldırıp, kafamı sallayıp, kocaman sıfırı bastım yüreklerine.

Sonunda baktım olacak gibi değil, “Kardeşim! Hilton, Holiday Inn falan yok mudur sizin memlekette?” diye sordum bir taksi şoförüne. Four Season Hotel’de karar kıldım sonunda. Otele gittiğimde perişan görünüyordum sanırım. Adam benden üç günün parasını peşin aldı.

İster inanın ister inanmayın yaşadığım bu sefalet, kirlilik ve keşmekeşlik her geçen gün Hint kültürünü yüreğimde hissettiriyordu. Onu farklı kılan kendine özgülüğüydü. Alışmaya başlamıştım. İstiklal Caddesi’nin karmaşasında daralan ben, insan seline kapılmış geziniyordum özgürce. Başlarda yemek yemek için beş yıldızlı otel arayan ben, basit bir lokantada öğün sağmaya başlamıştım. Elimin üstünde Hint kınasından yaptırdığım geçici dövmem, alnımın ortasında kırmızı noktam ile kalabalığın arasına karıştım onca kalabalıkta fark edilmeme aldırış etmeden…(Devam edecek)

YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.

Mesaj gönder
1
Merhaba
Merhaba, size nasıl yardımcı olabiliriz?