Dolar 34,6904
Euro 36,7503
Altın 2.961,86
BİST 9.652,00
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
Bursa 16°C
Parçalı Bulutlu
Bursa
16°C
Parçalı Bulutlu
Cts 14°C
Paz 12°C
Pts 9°C
Sal 10°C

”Devrimin Kanunu Mevcut Kanunların Üstündedir…”

”Devrimin Kanunu Mevcut Kanunların Üstündedir…”
29 Mayıs 2011 05:02
A+
A-

Ali ERALP
“Devrimin kanunu mevcut kanunların üstündedir. Bizi öldürmedikçe, bizim kafalarımızdaki cereyanı boğmadıkça, başladığımız yenilikçi devrim bir an bile durmayacaktır. Bizden sonraki devirlerde de hep böyle olacaktır.” (M.K. Atatürk)
Tarihin başlangıcından bu yana devrimler durmadı. Devrimleri engellemeye kimsenin gücü yetmedi. Ne 1789 Fransız devrimini durdurulabildiler ne 1923 Cumhuriyet devrimi… Ne de Sovyet, Çin, Küba, Venezula devrimlerini…

Çünkü “Devrimin kanunu mevcut kanunların üstündedir.” Emperyalistlerin ve feodal kalıntıların çağ dışı kanunları, devrimin kanunları önünde yıkılmaya, yok olmaya mahkûmdur.

  • Bir zamanlar Nemrut Mustafa’lar, Vahdettin’ler İngilizlerle birleşip bütünleşerek emekli generalleri, profesörleri, milletvekillerini, valileri, gazetecileri, ordu komutanlarını bir İngiliz sömürgesi olan Malta’ya sürgün etmişlerdi. Bu nedenle onlara “Malta Sürgünleri” denilir. Ama Kurtuluş Savaşı zaferle sonuçlanınca kendileri de İngiliz efendileri gibi kaçacak delik aradılar.

Günümüzün Nemrut Mustafa’ları, Vahdettin’leri, Damat Ferit’leri de atalarının yolundan giderek, Amerikalılarla birlikte, Silivri zindanlarını ulusalcılarla doldurdular. Düzmece, uydurma senaryolarla, yurtseverleri hücrelere attılar.

Ama ne yaparlarsa yapsınlar, onlar da İngiliz mandacıları gibi hüsrana uğrayacak, günü geldiğinde işledikleri suçların hesabını verip, tarihin karanlık bir köşesinde yerlerini alacaklardır…

Çünkü bu mücadele, gelip geçici, sadece seçimlerle sınırlı bir mücadele değildir. Bu mücadele, yurdumuz emperyalizm ve işbirlikçilerinden kurtulup, tam bağımsızlığına kavuşuncaya dek, Mustafa Kemal Atatürk’ün başlattığı devrimler tamamlanıncaya dek sürecektir.

İster sağcı, ister solcu olsun, kim bu ülkeyi parçalamak için emperyalizmle, PKK ve etnik azınlıklarla işbirliği yapıyorsa, kim cemaatlerin borazanını öttürüyorsa, o, Cumhuriyetin ve devrimlerin düşmanıdır, Türkiye’nin çağdaşlaşmasının önünde engeldir, settir.

Kemalist devrim programının tamamlanabilmesi için bu setlerin ortadan kaldırılması gerekir. Ümmet ve kul anlayışından özgür vatandaş ve demokratik, uygar bir toplum yapısına geçebilmenin temel koşulu budur.

Şimdi yurtseverlere düşen görev seçimden önce de seçimden sonra da Cumhuriyet devrimleri ve tam bağımsızlık için çalışmaktır.

HALKA GÜVENMEK DEVRİMCİ OLMANIN TEMEL KOŞULUDUR

Ama bu hedefe ulaşabilmek için her şeyden önce halka güvenmek, ona dayanmak, onunla birlikte hareket etmek gerekir.

Ne yazık ki son zamanlarda halkı küçük görmek, aşağılamak aydınlar arasında bir gelenek, bir moda haline geldi. Kendi başarısızlıklarını halkın cahilliğine, eğitimsizliğine bağlayıp“Bu milletten bir şey olmaz…” deyip işin içinden sıyrılmak onlar için kolay bir çözüm yolu oldu. Devrimci mücadelede en tehlikeli yoldur bu…

Gerçi halkı aşağılamak, aptal yerine koymak yeni çıkan bir akım değildir. Kökeni eskilere dayanır.

Osmanlının son dönemlerinde de halkı, Türk ulusunu değersiz gören birçok aydın türemişti. Onlara göre Türkler, ulusların en aşağısı, halkımız ise beceriksiz bir aptallar topluluğu, bir sürüydü. Her türlü melanet, kötülük onlardan geliyordu. Adam olması için mutlaka birilerinin onun elinden tutması gerekirdi. Kurtuluş Savaşı bütün şiddeti ile devam ederken, Mütareke Basınının kalemlerinden Ref’i Cevat Ulunay, utanmadan, sıkılmadan şunları söylüyordu: “İngilizleri istiyoruz. Türkler kendi güçleri ile adam olamıyorlar. İngilizler elimizden tutacak, bizi kurtaracak…”.

Osmanlının son Maarif Nazırlarından (Milli Eğitim Bakanı) Fahrettin Rumbeyoğlu, (bazı AKP politikacıları gibi) okul kitaplarından “Türk” kelimesinin çıkarılmasını emretmişti.

Yine İttihat ve Terakki düşmanlarından Filozof Rıza Tevfik Bölükbaşı, yabancılara olan hayranlığını ve Türk halkına olan düşmanlığını Fransız gazetesine verdiği bir demeçle şu şekilde belirtiyordu: “İngilizlerden çok şey öğrendim. Fransız medeniyetine hayranım. Bende duygu ve düşünce bakımından beğenilecek ne varsa, sizindir. Bende fena olan her şeyin kaynağı benim!” (“Benim” derken Türk’leri kastediyor)

Sevr Antlaşmasını imzalayarak vatanı emperyalistlere teslim eden düşünce yapısının sahibi işte bu hain Filozof Rıza Tevfik’ti. Onun bu halk düşmanı, ulus düşmanı tutumuna karşı Yüce önder Atatürk şunları söylüyordu: “Bizim başka milletlerden hiç bir eksiğimiz yok. Cesuruz, zekiyiz, çalışkanız, Yüksek amaçlar uğrunda ölmesini biliriz.” Ve ekliyordu:

7 yüzyıldan beri cihanın dört bir köşesine sevk ederek kanlarını akıttığımız, kemiklerini topraklarında bıraktığımız (…) bunca fedakârlık ve ihsanlarına karşılık nankörlük, küstahlık, cebbarlıkla uşak mevkiine indirmek istediğimiz bu asıl sahibin huzurunda, bugün utançla ve saygıyla kendimizi toplayalım. (1. TBMM Tutanakları, 18.c., s.4, 1 Mart 1922)

Halka saygınlık kazandırıp, onu yücelten bu düşünce yapısı Atatürk’ten sonra yerini aşağılamaya, hor görmeye bıraktı. Menderes, halkı o kadar değersiz bir varlık, o kadar geri zekâlı bir topluluk olarak görüyordu ki “Ben odunu aday göstersem milletvekili seçtiririm…” diyordu.

Halkı değersiz sayan bu anlayış 80’lerden sonra Evren’lerle, Özal’larla Çiller’lerle, Tayyip’lerle zirveye ulaştı. Ayrıca onların iktidarında halka tepeden bakan yeni bir işbirlikçi liberal yandaş aydın türü de ortaya çıktı. “Neoliberal” ya da “liboş” diye adlandırılan bu yeni liberal takım, AKP’nin iktidarı ele geçirmesinden sonra iyice etkin bir konuma geçti… Basında, televizyonlarda, toplantılarda, siyasi kuruluşlarda çok sık görülmeye başladılar. Soygundan, talandan pay almak isteyen tüm politikacı, iş adamı, gazeteci, profesör ve solcu eskisi bu takımın içerisine demir attı.

Nasrettin hoca’nın hikâyesinde olduğu gibi, onlara göre tek suçlu halk, yani ev sahibiydi… “Evi soymaya gelen hırsızın hiç kabahati yoktu.” Hırsıza toz kondurmuyorlardı.

24 saat yayın yaparak halkın beynini yıkayan, ulusal bağlarını zayıflatıp, düşüncesindeki vatan kavramını yozlaştıran; ABD’nin, AB’nin, siyonizmin emrindeki televizyonların, gazetelerin hiç suçu yoktu… Tüm ülke sorunlarını “sadaka ekonomisi” ile çözmeye çalışan, yoksullaştırdıkları, aç bıraktıkları insanları iki kilo pirinç, beş kilo makarna, üç kilo nohut dağıtarak kendisine köle yapan, oluk oluk para akıtıp oy satın alan yani “siyasal sadakati (bağlılığı) sadaka ile sağlayan iktidarın hiç suçu yoktu?

Devrimci mücadelede en kolay, en kestirme, en sorumsuz yol halkı suçlamaktır…

Soyguncuları, talancıları, emperyalistleri ülkemizden kovmak istiyorsak eğer, halkı Atatürk gibi sevmeli, Atatürk gibi saymalı, ona Atatürk gibi güvenmeliyiz. Asla tepeden bakmamalıyız.

Atatürk gibi:

“Cesuruz, zekiyiz, çalışkanız, Yüksek amaçlar uğrunda ölmesini biliriz” demesini de öğrenmeliyiz.

İşte o zaman halka, “Gözünü toprak doyursun”, “Hem körsün, hem iş vermişiz, daha ne istiyorsun, “Ananı da al git” diyenler, devrimin yüce kanunu önünde tüm sülalesini alıp gideceklerdir…

 

YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.

Mesaj gönder
1
Merhaba
Merhaba, size nasıl yardımcı olabiliriz?