Sona yaklaşırken
Yalnızca üç yıl ömrünüzün kaldığını bilseydiniz ne yapardınız?
Birkaç gün önce okuduğum bir haberin başlığıydı. İngiltere’de yaşayan Alex bu soruyla karşı karşıya kaldığında henüz on yedi yaşındaymış.
Hastalığı süresince sağlıklı bir yaşamı özleyen, ancak her şeye rağmen sevecenliğini, umudunu hiç yitirmemiş olan bu genç adamın ölümü kabullenişi oldukça etkileyici.
Yaşadığı duygular tek bir çizgiye indirgenemeyecek büyüklükte ve yoğunlukta. Ölüm ve kalım arasında mücadele eden bir insanın haletiruhiyesini düşünün… Bir de her şeye rağmen hayattaki güzellikleri hissedebilmesi, duygularını anlatabilmesi, yaşama tutunarak var olmaya çalışması ve yeni bir yaşama doğru yürüme çabalarını…
Ya ölüme doğru yürümek? İnsanın yaşamla olan bağı nasıl kopar? Nasıl savaşılır?
İnsanın içinde yaşadığı bir dünyada adım adım sona yaklaşması, herkese veda etmesi gerektiğini bilmesi, bir sonu yaşaması kişiye neler hissettirir?
Biten şey bir hayat, hele de kendi hayatınızsa. Sona yaklaşmak, yaşarken ölmek, ölümü her nefeste hissetmek…
Alex, hastalığını öğrendiğinde hem bedenen hem de ruhsal olarak dibe vurmuş haldeydi. Ancak o hayatının son yıllarını kendine acıyarak bir hastane odasında geçirmeyi tercih etmedi. Cesaretle hastalığı kabullendi, hatta kucakladı. İçine kapanmak yerine hayatın her dakikasını anlamlandırmak, enerjisini katmak, saniyesini bile hakkıyla yaşamak istedi.
Kalan günlerinin birini bile boşa geçirmemeye karar verdi ve son üç yılına bir ömrü sığdırdı. “Her an yeni bir başlangıç,” oldu onun için…
Önce Yeni Zelanda’ya gitti, burada paraşütle atlamayı öğrendi. Birçok ülkeye seyahat etti. Pek çok macera sporunu yaptı. Avustralya’ya bir bilet aldı, oradaki arkadaşlarının yanına giderek her gece bir başka partiye katıldı. Ölmeden birkaç ay öncesinde hayatının prensesiyle evlendi.
Erken ya da geç bu dünyadan çekip gitmek kaçınılmaz bir yazgı.
Anlayamıyorum bir türlü. Pek çok kişi, kısacık ömürleri bir gün sona erecekmiş gibi değil de sonsuza dek sürecekmiş gibi alışkanlıklarına sımsıkı sarılarak, birbirlerine kızıp bağırarak, yaşam biçimlerine bağlı kalarak, öfkeyle, inatla mutsuz yaşıyor. Kısacık ömrünü biraz daha anlamlı kılmak için kafa yormaya gereksinim duymadan ve bu ömrün bir gün bıçakla kesilir gibi kesileceğini düşünmeden…
Bakın çevrenize. Hayatlarını bir diş ağrısı gibi yaşayan, can sıkıcı, tatsız tuzsuz bir tekdüzelik ya da bıkkınlık verici şamata içinde sürdüren bir sürü insan göreceksiniz.
Pek çoğumuz hasta değilken hastalıklıyız aslında. Yaşamı kaçırırsak eğer, kendimizi yaşamıyor hissetmenin üzüntüsünü ve tatminsizliğini yaşayacağımızın farkında değiliz. Bir kısırdöngüde yaşamanın sağlıklı olmadığını bilmeden sürdürüyoruz hayatımızı. Sürekli geçmişin muhasebesi içindeyiz ya da olmamış bir gelecekle ilgili planlar, belirsizlikler, endişeler ve korkular sarmış her yanımızı.
Einstein izafiyet teorisinde zamanın göreceli olduğunu ispatlamıştır. Zaman aynı olsa da duruma göre farklı akmaktadır. Alex gibilerin farkı üç boyutun ötesine geçip farklı boyutlara yönelmiş olmalarıdır.
Hayatta her şey insanlar için… Gün gelir pat diye kanser olduğumuzu öğrenebiliriz. Hayatımız bir anda ortadan ikiye ayrılabilir, farklı yönlere savrulup gidebilir. Ancak görülüyor ki, savruluşa izin vermeyip, yaşama sarılmak da mümkünmüş. Zaman yaraları onaramayacak olsa da.
Kimine göre kadere, kimine göre kansere yenilirken, kimi de kanseri yeniyor ya da kanserle birlikte yeni bir yolculukla yeni bir dünya keşfediyor. Bu süreçte en ağır olanı sanırım insanın kendi yaşamı üzerine düşünmesi ve yapmak isteyip yapamadıklarına, asla yapamayacaklarına pişmanlık duyması…
Kanser hastalığına yakalanan, son ana kadar yaşama bağlılığını kaybetmeyen, yazarımız Duygu Asena’nın bir kitabındaki sözü buraya yakışıyor doğrusu…
“Hayatta en pişman olduğum şeyler, pişman olacağım diye yapamadıklarım ve dokunamadıklarımdır.”